çok konuşmak değil bahsettiğim. ya da havadan sudan, politikadan, ölücü sözlerden bahsetmek değil derdim. evet belki de tam bundan bahsetmek istiyorum; havadan sudan, çiçekten böcekten, bahardan kıştan konuşmak isteyen insanın varıp bir kediye, bir kuşa, bir kuzuya, bir duvara konuşması...en çokta çiçeğe ve kediye konuşan insanlar. hani, yanımızda yöremizde tebessüm ederek gezip tozarlar, tozları dahi gelmez üzerimize ya... işte o insanlar ne çok şey anlatırlar kedilere, çiçeklere. o kediler ve çiçekler ne samimi, ne sıcak cümleler duymuşlardır, kim bilir... bu çok içten bir hal. insanları oyalamak, insanların hileli oyunlarına karışmamak için ne güzel bir yoldur. Nuri Pakdil, Safai, Bilge Karasu geliyorlar aklıma... ne güzel susmuşlar, ne güzel anlatmışlar yola, kuzulara ve kedilere.
bir de öyle bir konuşmak vardır ki, utançla dizilir kelimeler. ama namuslu bir dilin utancıyla. dilline, kalbine, zihnine bulaşan kirli kelimeleri yere dökerken abdest suyu akıp gidiyormuş hissine kapılırsınız. ya derman, na nasip, ya hayır dercesine. şeyhine, dostuna, sevgilisine, yoldaşına, annesine açılan insanlarda, bazen de rahibe konuşan günahkarlarda vardır o dil. yıkanır gibi konuşur o insanlar. kendilerini yıkarken, yıkıp yeniden kurarken, dinleyenin de yüreğinde baharlar göğerir ya hani. işte öyle...