27 Eylül 2015 Pazar
Adsız hikaye
Puslu zihnimde uzadıkça uzayan, yıllardır bir karşılık bulup
da ait olduğu rafa kaldıramadığım bir kavram; biz… İkimizin özne olduğu
cümleler hiçbir yüklemle çekimlenemiyor bir türlü, sonu gelmiyor. Niyet edip
başlıyoruz her yangından sonra yine ama bizim küllerimizden bile bir halt
olmuyor.
Arasından koca bir hayatın aktığı karşılıklı duran iki
yalnız dağ gibiyiz ve eteklerimizden suya karışmakta hayallerimiz… Peki neden
bu ısrar?
Çözüm gitmek mi? Gitmek çözecek mi?
Gitmek kolaydır, gitmek zordur da… Toplayıp yamacını arkanı
dönmek için yaşananlara kör etmen gerekir gözünü, sağır etmen kulağını…Görmeden, duymadan yaşamaya razı olmak gerekir. Gitmek;
birilerinin yüreğini kanatmak demektir ya da tam tersi kanatılan sizin
yüreğinizdir. Gitmek bir daha hiçbir yerde kalamamaktır ve buna da razı olmaktır. Gitmek, gitmektir işte en nihayetinde öyle ya da böyle yeni bir hayat barındırır
içinde...
Ne diyorduk? Dağlar…
Şimdi dağın birinde, çok önceden, kalarak gitmiş olmanın
onulmaz yaraları, yaşamaya karşı hissizlik ve gitmiş olmanın gizemiyle sunulmuş
yeni bir “iç hayat” var… Yanlış gittiğinin farkında!..
Diğerinde ise geç kalmışlığın öfkesi, kaybetmenin yakıp kül
eden pişmanlığı, aymazlığın hırçınlığı…
Şimdi bir şeylerden geçme faslı, bir yerlere varma…
Yaşlandık burda böylece durarak. Karar zamanı… Sence var mı sürebileceğimiz bir
iz? Her hikayenin bir sonu olmak zorunda mı? Çünkü emin ol biz seninle onu bile
beceremeyiz, hoş zaten adı bile yoktu, kuvvetle muhtemel çok üzülmeyiz.
Hepsi bir yana, bir tek cevap istiyorum, bir yere varmak ya
da bir nokta koymak için değil, merakımdan soruyorum; sahi, biz seninle neyiz?
O'nlara...
Neyi ortak olabilir insanların ham maddesinden başka?
Acısı, sancısı, sevgisi nefreti?..
Yürek ölçümleri başka başkadır oysa, başkadır hepsinin
coğrafyası, iklimi…
Herkesin hayatına bir yerinden dahildir o 3.tekil kişi.
Görmüş geçirmiştir mutlaka, kendine veremediği aklı başkalarına vermeye
adamıştır kendini ve bildiğini sandıklarının yanılgılarına yetmemesinden
bihaberdir bu zat-ı muhterem kişi…
Evet çoğu acılar aynı başlık altında toplanır; ölüm, aşk
acısı, gidenin acısı, kalanın sancısı… Ama bu hepsinin de aynı şekilde
yaşandığını anlamına gelmez. Sonuçta olduğu gibi görünmeyi ya da göründüğü gibi
olmayı becerebilen bir yaratık değil ademoğlu. Ve tabi ki bu kabullenilmesi zor
bir olgu.
Kim nerden bilebilir benim suyumun kaç derecede kaynadığını
ve o dereceyi belirlerken Celcius’u mu yoksa Fahrenheit’ı mı işe dahil
ettiğimi? Yıllık yağış miktarımı bilebilir mi veya karışımlarımın sonucunu
öngörebilir mi? Kaç yazım, kaç güzüm var, kışlarım çetin mi geçer yoksa ılıman
mı? Mevsimlerimi görecek kadar bende kalmış mı? Güneş yüreğimin neresinden
doğar neresinden batar haberdar mı?.. Geçmiş mi hiç köprülerimden, görebilmiş
mi hiç yüreğinin gözünden?..
Neyse…
Şimdi sevgili 3.tekil çoğunluğu;
Alın gardınızı hafiften çetrefilli methiyeler düzmekteyim
hepinize içimden!..
26 Eylül 2015 Cumartesi
Zuhal Olcay - Kimse bilmez
Bulut geçti gözyaşlarım kaldı çimende
Gül rengi şarap içilmez mi böyle günde
Seher yeli eser yırtar eteğini gülün
Güle baktıkça çırpınır yüreği bülbülün
Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye
Kimse bilmez, kimse bilmez...
Ömer Hayyam
20 Eylül 2015 Pazar
19 Eylül 2015 Cumartesi
Bir sebebi var...
Bardakta soğuyan kahve, uyunamayan uyku, boğazda düğümlenen yumru...hepsinin bir sebebi var senin sandığından gayrı...
Susarken de anlaşılmıyor biliyorum. Ama elimden gelen bu ancak bu kadarını yapabiliyorum. Kendimi ifade etmek için sözcüklerden medet ummanın beyhude olduğu yerdeyim ben... Nasılsın sorusuna bile artık hep "iyiyim" diyecek kadar yaşadım çünkü; yeterince yaşayıp gördükten sonra hep "aynı" oluyor insan, hep "iyi"... Sonra konuşmak istesen de bir gün, dönüp bakıyorsun ki gitmiş alfabenin tüm sesli harfleri...Sessizlik düşmüş zaten payına; yutuyorsun...bir giz olup saklanıyor hislerin kalbinin duvarlarına susuyorsun... Anlatmaya çalışsan da olmuyor, hangi sözcüğü seçsen bir ucu eksik kalıyor sanki, her cümle kifayetsiz gibi...
Tüm bunlara rağmen yine de:
Sen ki; ömrümün en tatlı baharı, gönlümde açan çiçeklerin rayihası, gülen bir yüzün müsebbibi, kalbimin en mavi lekesi... Dökme yüzünü ne olur, sessiz harflerimi de götürüp dilsiz bırakma beni...
Susarken de anlaşılmıyor biliyorum. Ama elimden gelen bu ancak bu kadarını yapabiliyorum. Kendimi ifade etmek için sözcüklerden medet ummanın beyhude olduğu yerdeyim ben... Nasılsın sorusuna bile artık hep "iyiyim" diyecek kadar yaşadım çünkü; yeterince yaşayıp gördükten sonra hep "aynı" oluyor insan, hep "iyi"... Sonra konuşmak istesen de bir gün, dönüp bakıyorsun ki gitmiş alfabenin tüm sesli harfleri...Sessizlik düşmüş zaten payına; yutuyorsun...bir giz olup saklanıyor hislerin kalbinin duvarlarına susuyorsun... Anlatmaya çalışsan da olmuyor, hangi sözcüğü seçsen bir ucu eksik kalıyor sanki, her cümle kifayetsiz gibi...
Tüm bunlara rağmen yine de:
Sen ki; ömrümün en tatlı baharı, gönlümde açan çiçeklerin rayihası, gülen bir yüzün müsebbibi, kalbimin en mavi lekesi... Dökme yüzünü ne olur, sessiz harflerimi de götürüp dilsiz bırakma beni...
6 Eylül 2015 Pazar
En güzel söz tam zamanında söylenemeyen söz değil midir?"
"Muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden meydana çıkıyordu... biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için her şeyi çiğneyerek birbirine koşuyordu."
"Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrüm boyunca konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için "adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki?" demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl; "bu beni anlamaz!" demişsem, bu sefer bu insan için gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz hisse tabi olarak: "İşte bu beni anlar!" diyordum."
Kürk Mantolu Madonna // Sabahattin Ali
Müslüm Gürses - Nilüfer
M
Sözler mi eskidi hayat mı ağırlaştı bilmiyorum. Her kelime
kifayetsiz kalıyor, hiçbir cümle anlatmaya yetmiyor yaşananları. Yeni bir dil
peyda oluyor o an. Sözsüz bir dil; susuyorsun. Dolacak sanıyorsun içindeki o koca boşluk, olmuyor…
her yeni günde biraz daha eksiliyorsun… Zaten her düşüşünde kendi eline tutunup
kalkıyorken sen, artık o eli bile bulamıyorsun hani o kadar eksiksin o kadar
yok oluyorsun… Ama yine de yaşıyorsun işte; belki de sadece zamanın eli değdi
bize… Sevgiler kırık dökük, yüreği kavuran bir sam yeli, elde avuçta birkaç umut;
üstünde sandık lekesi… Yaşıyorsun işte ama istiyorsun yine de “BİR ŞANSIM OLSUN”…
Sözler mi eskidi hayat mı ağırlaştı bilmiyorum. Her kelime
kifayetsiz kalıyor, hiçbir cümle anlatmaya yetmiyor yaşananları. Yeni bir dil
peyda oluyor o an. Sözsüz bir dil; susuyorsun. Dolacak sanıyorsun içindeki o koca boşluk, olmuyor…
her yeni günde biraz daha eksiliyorsun… Zaten her düşüşünde kendi eline tutunup
kalkıyorken sen, artık o eli bile bulamıyorsun hani o kadar eksiksin o kadar
yok oluyorsun… Ama yine de yaşıyorsun işte; belki de sadece zamanın eli değdi
bize… Sevgiler kırık dökük, yüreği kavuran bir sam yeli, elde avuçta birkaç umut;
üstünde sandık lekesi… Yaşıyorsun işte ama istiyorsun yine de “BİR ŞANSIM OLSUN”…
Başka yer başka zaman
Sensiz ömrüm olsun
Artık geri ver…
Geri veremezsin aldıklarını…
Artık geri ver…
Geri verilmez hiçbir yanılgı…
Her şeyi al
Bana beni geri ver
Bir şansım olsun
Başka yer başka zaman
Sensiz ömrüm olsun…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)