Her şey onda kirlenir, onda kilitlenir ve ona gizlenir. Kir göstermez siyah; kimseyi ele vermez...Her rengi kabullenecek kadar büyük yüreği vardır siyahın... Diğer renklerin ise siyahı dışlayacak kadar vefasızlığı… O göz dolduran beyaz, ışıldayın yeşil, albenisini gözlere sokan pembe; hepsinin tuzu kurudur... Gücünden mi korkarlar, büyük yüreğini mi kıskanırlar bilinmez... Ve bir tanesi de çıkıp arkadaş senin ne derdin var demez. Hangi rengi baş tacı etse siyah üstüne, göz hep o diğerini görür siyahtan önce...Çaresizdir siyah, kimsesiz... Hangi renge gitse dertleşmeye kapı yüzüne kapanır, belki de bu yüzden yalnızlığı en iyi siyah anlatır...
31 Temmuz 2015 Cuma
Siyah
"Siyah tüm renklerin günah keçisidir..."
Her şey onda kirlenir, onda kilitlenir ve ona gizlenir. Kir göstermez siyah; kimseyi ele vermez...Her rengi kabullenecek kadar büyük yüreği vardır siyahın... Diğer renklerin ise siyahı dışlayacak kadar vefasızlığı… O göz dolduran beyaz, ışıldayın yeşil, albenisini gözlere sokan pembe; hepsinin tuzu kurudur... Gücünden mi korkarlar, büyük yüreğini mi kıskanırlar bilinmez... Ve bir tanesi de çıkıp arkadaş senin ne derdin var demez. Hangi rengi baş tacı etse siyah üstüne, göz hep o diğerini görür siyahtan önce...Çaresizdir siyah, kimsesiz... Hangi renge gitse dertleşmeye kapı yüzüne kapanır, belki de bu yüzden yalnızlığı en iyi siyah anlatır...
Her şey onda kirlenir, onda kilitlenir ve ona gizlenir. Kir göstermez siyah; kimseyi ele vermez...Her rengi kabullenecek kadar büyük yüreği vardır siyahın... Diğer renklerin ise siyahı dışlayacak kadar vefasızlığı… O göz dolduran beyaz, ışıldayın yeşil, albenisini gözlere sokan pembe; hepsinin tuzu kurudur... Gücünden mi korkarlar, büyük yüreğini mi kıskanırlar bilinmez... Ve bir tanesi de çıkıp arkadaş senin ne derdin var demez. Hangi rengi baş tacı etse siyah üstüne, göz hep o diğerini görür siyahtan önce...Çaresizdir siyah, kimsesiz... Hangi renge gitse dertleşmeye kapı yüzüne kapanır, belki de bu yüzden yalnızlığı en iyi siyah anlatır...
Köstekli Saat
Köstekli bir saat gibi kalbimiz. Kapağına ürkek dokunan ellerimiz; yılların rüzgarına binip de gitti... Şimdi gelmeyecek zamana çekimli tüm saklı sözlerimiz... Tiktakları duyunca hızlandı adımlar...başladık koşmaya, korktuk durmaya; bilmem ki oysa gidiyoruz nereye varmaya?..
Zaman geçer üstünden kalbindeki dünlerin, bir kıvılcım düşse nafile; yalnızca seni yakar alevlense küllerin... Hayat geçer üstünden mazideki resimlerin, artık dursan da beyhude; sessizce akar resimlere keşkelerin...
Zaman geçer üstünden kalbindeki dünlerin, bir kıvılcım düşse nafile; yalnızca seni yakar alevlense küllerin... Hayat geçer üstünden mazideki resimlerin, artık dursan da beyhude; sessizce akar resimlere keşkelerin...
28 Temmuz 2015 Salı
ÖNDEYİŞ
Bedenim üşür, yüreğim sızlar
Ah kavaklar, kavaklar...
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar.
Metin ALTIOK
Siz
Size verebileceklerim zaten verdiğim kadardı; inanmadınız...
Hep daha fazlasını istemekle beni parçalara ayırdınız
Evet bölündüm...
Öyle çok sevdim ki hepinizi, siz istedikçe böldüm kendimi
Ama yine de sizi doyuramadım...
Doyurmaktan öte paylaşmaktı asıl amacım ve
sizi kendimden mühim gördüğümden değildi gönüllü parçalanışlarım
Sizi öyle seviyordum ki; siz de bir başkasını böyle severek
anlayacaktınız beni, sonra o da bir başkasını...
En mühim olan "kendimi" sizinle paylaşma cesareti gösterdim ben
siz -sözüm ona- incileriniz dökülür diye korkarken...
İhtiyaç duyduğunuz anda kullanıp göklere çıkarıp,
artık kullanılacak bir şeyim kalmadığında türlü kulplarınızdan taktınız
Oysa kedinize kışt bile dememiştim ben, aksine;
en güzide sütle beslemiştim günü geldiğinde...
Rahat mı battı yoksa, 4-5 beden büyük mü geldi size sevmelerim,
bu yüzden mi yerlerde süründü hislerim anlamadım.
Olsun...
Sizi sevdiğim için değil, "sevdiğim" için mutluydum ve
her şeye rağmen size hatıralar bıraktım; bir gün anlayabileceğinizi umduğum...
Kolay değildi benim uğraşım; bencilliklerinize karşı çıplak bir yürekle savaştım
Elbet yaralar aldım.
Ama bunu ben yapmanıza izin verdiğim için yapabildiniz unutmayın
ya da unutun siz bilirsiniz, siz her şeyin en iyisini bilirsiniz elbet
ama yine de suskunluğumu nasıl önemsemediyseniz
bu sözlerime de kulak asmayın bence, bir de;
almaktan çok vermeye cesaret edebilseydiniz keşke
canlı kanlı vücut bulmuş o duyguları katletmeseydiniz
zira; vaktinden sonra işe yaramaz sizin o ölü seviciliğiniz!..
sensiz, bensiz, bizsiz, emeksiz, sevgisiz, hissiz, düşüncesiz, kalpsiz, kimsesiz...
bence koca bir ....siz yaratmakta bu azminiz...
"siz"e gelsin tüm alkışlar, haydi; sevininiz...
Hep daha fazlasını istemekle beni parçalara ayırdınız
Evet bölündüm...
Öyle çok sevdim ki hepinizi, siz istedikçe böldüm kendimi
Ama yine de sizi doyuramadım...
Doyurmaktan öte paylaşmaktı asıl amacım ve
sizi kendimden mühim gördüğümden değildi gönüllü parçalanışlarım
Sizi öyle seviyordum ki; siz de bir başkasını böyle severek
anlayacaktınız beni, sonra o da bir başkasını...
En mühim olan "kendimi" sizinle paylaşma cesareti gösterdim ben
siz -sözüm ona- incileriniz dökülür diye korkarken...
İhtiyaç duyduğunuz anda kullanıp göklere çıkarıp,
artık kullanılacak bir şeyim kalmadığında türlü kulplarınızdan taktınız
Oysa kedinize kışt bile dememiştim ben, aksine;
en güzide sütle beslemiştim günü geldiğinde...
Rahat mı battı yoksa, 4-5 beden büyük mü geldi size sevmelerim,
bu yüzden mi yerlerde süründü hislerim anlamadım.
Olsun...
Sizi sevdiğim için değil, "sevdiğim" için mutluydum ve
her şeye rağmen size hatıralar bıraktım; bir gün anlayabileceğinizi umduğum...
Kolay değildi benim uğraşım; bencilliklerinize karşı çıplak bir yürekle savaştım
Elbet yaralar aldım.
Ama bunu ben yapmanıza izin verdiğim için yapabildiniz unutmayın
ya da unutun siz bilirsiniz, siz her şeyin en iyisini bilirsiniz elbet
ama yine de suskunluğumu nasıl önemsemediyseniz
bu sözlerime de kulak asmayın bence, bir de;
almaktan çok vermeye cesaret edebilseydiniz keşke
canlı kanlı vücut bulmuş o duyguları katletmeseydiniz
zira; vaktinden sonra işe yaramaz sizin o ölü seviciliğiniz!..
sensiz, bensiz, bizsiz, emeksiz, sevgisiz, hissiz, düşüncesiz, kalpsiz, kimsesiz...
bence koca bir ....siz yaratmakta bu azminiz...
"siz"e gelsin tüm alkışlar, haydi; sevininiz...
27 Temmuz 2015 Pazartesi
Yüzleşme
Soluksuz
yaşadığım telaşsız bir ölüm bu
Görmek
istiyorsan örtüyü kaldır;
Körpecik
düşlerimden arsız umutlarıma dek
Küflenmiş
gibiyim...
Hor
kullandığım sabrımı tükettim
Yaşım
dolusu sessizlikleri büyütüp
Çığlık
çağına getirdim
Duymak
istemiyorsan yardım çağır;
Yara bandı
olduğum yaralara
Kanımı
akıtmak üzereyim...
...
Çıkışa varmıştı artık. Kanatlarını
çırpmaya hasret, kafese kapatılmış bir kuşun çırpınışı gibi, yıllardır içinde
debelenip durduğu mabedin, içindeki onca kör karanlığa direnip sağlam duran, ardına,
bir hayatı ışıtacak kadar aydınlık saklayan kapısına gelmişti. Perde perde
çöküveren bu karanlığın ardında, öyle çok ışık vardı ki, her şeye inat ellerini
gözüne siper edip alnını kırıştırarak, bastığı yeri çukurlaştıran adımlarla
bıraktığı yerden devam edecekti yoluna. Tüm düşlerinin gerçek olmasına ramak
kala, yeniden, neva makamında yükselen o fütursuz kahkahayı duydu!
Nasıl olurdu?
Öldürmemiş miydi onu?
Ardında bıraktığı onca cesedin
arasından o hala nasıl gülebiliyordu? Seken son kurşun ona sırtından isabet
etmemiş miydi? Bir anda yeryüzüne iniveren sağanak gibi, içini delercesine
saplanan korkunç öfkeyle her şeyi unutup, silahına sarıldı. Bir anda
mevcudiyetinin hükümdarı kesilen bu harlı his ona her şeyi yeniden hatırlattı!
İçinde sönmeye yüz tutan alevler, semaya uzanan sarmaşık gibi bedenine
dolanarak yeniden yükseliyordu.
Geri döndü!
Kuşanıp içine girdiği andan beri, her
köşesinde bir ceset bıraktığı bu mabette, sesi perde perde yükselen bir fon
müziği gibi hiç durmadan çınlıyordu o kahkaha! Maruz kaldığı her kahkahayla,
işkencecisine güttüğü kin artıyordu adeta. Kurdun kuzuya yaptığı yarenlikti bir
bakıma, bir an olsun ayrılmamıştı yanından, bu katliam boyunca. Ayak
bileklerini aşan kan gölünün ortasında, şimdi, altın tepside zafer sunamazdı
kurduna!
Nerede olduğunu kestiremiyordu ama
bilinçsiz ve hızlı adımlarla o kahrolası sese doğru yöneliyordu ayakları.
Kapıyı açacak, nefretinin henüz doymamış elleriyle onu kavrayacak ve defalarca
çekecekti tetiği ardı ardına. İçindeki öfkeyle yüklendi kapı koluna! Burada
yoktu! Kana yatırılmış cansız bedenleri gördü. Öldürdüklerinin ağırlığı, ona
ekleniyordu sanki, daha da büyüyordu her
birine baktığında. Emindi; daha önce böylesine bir gurur yüklenmiş olamazdı
hiçbir öldürme eylemine! Onların ölümü kadar yaşam ekleniyordu sanki kendi
hanesine. Bir kapı açtı, bir kapı daha ve bir diğerine yöneldi hışımla. Büyüdü,
büyüdü, daha da büyüdü öfkesi açtığı her kapıyla…
Ses kesilmişti…
Öfkesine itinayla sarılıp oturdu bir
kenara. Düşünüyordu… Kimdi bu? İçine ok gibi saplanan bu hicapsız sesin sahibi
kimdi?
Ölmesi
gereken herkesi öldürmüştü oysa. Hiç tereddüte düşmeden çekmişti tetiğini, hâkim
olmadığı hırsıyla defalarca öldürmüştü her birini! Peki ya bu! Kimdi?
Aynı soruların tekrarıyla yarattığı
psikozunda öfkesini doyuruyordu adeta. Kim cüret edebilirdi böyle bir katliama
tanık olmaya? Her şeyi planlamıştı. İşini bitirdikten sonra alevlere teslim
edecekti cesetleri. Önceden sözleştiği, dışarıda kendisini bekleyen fırtınayla,
uçuşan külleri seyredecekti keyifle. Sonra, sabah erkenden buluşacağı güneşe
kendini ihbar edecekti...
Ve yeniden duydu o sinir bozucu
kahkahayı!
Düşündüğü sırada, beynine pompalanan kesif
kan kokusuyla kalktı yerinden. Parmaklarından dökülen kırmızı damlalar,
gittikçe büyüyen halkalar oluşturuyordu yerde. Bir an soluklanmak için
dinlenmeye çekilen öfkesi kendisinden önce kalkmıştı ayağa. Ses çok yakından
geliyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes daha aldı!..
Kapıyı açtı! Tüm ölülerin yasını
tutan bir karanlık vardı odada. Nefes alışını duyabiliyordu. Kulağının
dibindeydi. Öfkesinin hırçın elleriyle sıkıca kavradı onu! Bu temas herhangi
başka bir güce ihtiyaç duymadan öldürmeye yetecek kadar kudretliydi aslında.
Aralarında, hevesli kurşunların emir beklediği tetik vardı yalnızca. Son
hamlesini yapmadan önce ışığı yaktı!
Hırsının büyüttüğü bedenine inat,
gözleri; bir pusun ardında, sessizce ufalıp yok oluyordu gördüğünün
karşısında!..Gözleri iyi tanıyordu onu. Hayatını yerle bir eden…İşte O’ydu...Başka
kimsenin suçu yoktu aslında ama vakit geçti...Onunla başlayan her şey yine
onunla bitecekti... Umursamadı gözlerini.
Son
emri yerine getiren; elleriydi!..
....
Gözünün içine giren güneşle uyandı.
Çatık kaşlarının üstünde çukurlaşan alnından ter damlıyordu.Tonlarca yükü
geride bırakmışçasına yavaşça doğruldu. Elinin tersiyle sildi alnını, kalktı, aynaya
yöneldi. Bir damla yaş kalmıştı göz çukurunda. İfşa etti. Doğmakla ölmek
arasında belli belirsiz ince bir tebessüm yerleşti yüzüne. Günaydın, dedi artık
aynada göremediği yansımaya…
-
Günaydın!
Artık uyandım!..
26 Temmuz 2015 Pazar
Şairin romanı olur mu?

başka kapıya misafir gitmektir…
O ilk adımdan sonra durup iklimle tanışıyorsunuz. Toprağı,
göğü, güneşi, gündüzü ve geceyi bambaşka bir dünyada
sınıyorsunuz. Zaman geldiğinde; anlıyorsunuz. Ayaklarınızın
kaptanlığını yaptığı beden geminiz yol almaya başlıyor
kelebekten olma yelkenleriyle. Sözcükler esiyor keyfince. Bazen
delicesine, bazen de yolda olduğunuzu hissettirmeyen bir
dinginlikle. Salıveriyorsunuz ağınızı uçsuz bucaksız bir denizde ve
yükleniyorsunuz tüm çektiklerinizi ruhunuza, hevesle…
Yağmurunda ıslanıyorsunuz o göğün, güneşinde kuruyorsunuz,
üzerinize inen bulutların içinde yitip gidiyorsunuz. Öyle bir cümle çıkıyor ki karşınıza, tüm
çıplaklığınızla görünür kılıyor sizi bir anda. Sonra bir dağın görünen kısmına çarpıyorsunuz hiç
hesapta yokken. Batıyor geminiz, uçup gidiyor kelebeğiniz… O anda bir filikanın iplerini
çözüyor yazar, tutunuyorsunuz; güvendesiniz. “Güven neresi?” diyor derinlerden bir ses;
susuyorsunuz. Okuyorsunuz; sessizce yol alıyorsunuz…
Aşina bir kara parçası görüyorsunuz. Ayak basıyorsunuz sanki daha önce hiç
dokunmamışçasına…
“Kendi boşluğunuzla yüzleşmeden varlığınızı dolduramazsınız. Şiir bizim kendimiz
olmaya açılan kapımızdır. Ama bazen kendi kapımızı yüzümüze kapatırız. Kim
olursanız, ne olursanız, nasıl olursanız olun, ama kendinize girip çıkacağınız bir kapınız
olsun çocuklar. Az olun, ama hakiki olun! Bir gün kendi kapınızı çalacak yüzünüz
olsun.”
Bir kapı beliriyor karşınızda, tanıyorsunuz; çıkarken örttüğünüz hani… Leziz bir ziyafet
masasından dönmüş gibi ruhunuz. Damağınızda kalan tadın keyfini çıkarıyorsunuz…
Ruhunuza can olmuş yolculuğunuz… başınız dik, içinizde yetkin bir huzur giriyorsunuz içeri…
Şairin “romanı” mı olur, diyor birileri!
Olur efendim, pek de ala olur. Zaten ancak, bir şairin romanı “böyle” olur!..
The City in the Sea / Denizdeki Şehir
The City in the Sea
by Edgar
Allan Poe
(1809-1849)
(1809-1849)
Lo! Death has reared himself a
throne
In a strange city lying alone
Far down within the dim West,
Where the good and the bad and the worst and the best
Have gone to their eternal rest.
There shrines and palaces and towers
(Time-eaten towers that tremble not!)
Resemble nothing that is ours.
Around, by lifting winds forgot,
Resignedly beneath the sky
The melancholy waters lie.
Far down within the dim West,
Where the good and the bad and the worst and the best
Have gone to their eternal rest.
There shrines and palaces and towers
(Time-eaten towers that tremble not!)
Resemble nothing that is ours.
Around, by lifting winds forgot,
Resignedly beneath the sky
The melancholy waters lie.
No rays from the holy heaven come down
On the long night-time of that town;
But light from out the lurid sea
Streams up the turrets silently —
Gleams up the pinnacles far and free —
Up domes — up spires — up kingly halls —
Up fanes — up Babylon-like walls —
Up shadowy long-forgotten bowers
Of sculptured ivy and stone flowers —
Up many and many a marvelous shrine
Whose wreathéd friezes intertwine
The viol, the violet, and the vine.
So blend the turrets and shadows there
That all seem pendulous in the air,
While from a proud tower in the town
Death looks gigantically down.
On the long night-time of that town;
But light from out the lurid sea
Streams up the turrets silently —
Gleams up the pinnacles far and free —
Up domes — up spires — up kingly halls —
Up fanes — up Babylon-like walls —
Up shadowy long-forgotten bowers
Of sculptured ivy and stone flowers —
Up many and many a marvelous shrine
Whose wreathéd friezes intertwine
The viol, the violet, and the vine.
So blend the turrets and shadows there
That all seem pendulous in the air,
While from a proud tower in the town
Death looks gigantically down.
There open fanes and gaping graves
Yawn level with the luminous waves;
But not the riches there that lie
In each idol's diamond eye —
Not the gaily-jeweled dead
Tempt the waters from their bed;
For no ripples curl, alas!
Along that wilderness of glass —
No swellings tell that winds may be
Upon some far-off happier sea —
No heavings hint that winds have been
On seas less hideously serene.
Yawn level with the luminous waves;
But not the riches there that lie
In each idol's diamond eye —
Not the gaily-jeweled dead
Tempt the waters from their bed;
For no ripples curl, alas!
Along that wilderness of glass —
No swellings tell that winds may be
Upon some far-off happier sea —
No heavings hint that winds have been
On seas less hideously serene.
But lo, a stir is in the air!
The wave — there is a movement there!
As if the towers had thrust aside,
In slightly sinking, the dull tide —
As if their tops had feebly given
A void within the filmy Heaven.
The waves have now a redder glow —
The hours are breathing faint and low —
And when, amid no earthly moans,
Down, down that town shall settle hence,
Hell, rising from a thousand thrones,
Shall do it reverence.
The wave — there is a movement there!
As if the towers had thrust aside,
In slightly sinking, the dull tide —
As if their tops had feebly given
A void within the filmy Heaven.
The waves have now a redder glow —
The hours are breathing faint and low —
And when, amid no earthly moans,
Down, down that town shall settle hence,
Hell, rising from a thousand thrones,
Shall do it reverence.
DENİZDEKİ ŞEHİR
Görüyor
musun!
Ölüm,
bir taht kurdu kendine;
Puslu
batının derinlerine varan
Yabancı
bir şehirde bir başına duran!
İyinin
ve kötünün, en iyinin ve en kötünün
Ebede
açıldığı eşikten yola çıkan!
Oradaki
mabetler, saraylar ve kuleler
Görmüş
olduklarının hiçbirine benzemezler
(Kuleler
ki; onları zaman kemirdiyse eğer
Sanma
ki sarsıntıya meyil verirler)
Etrafında
kasvetli sular
Rüzgarlarca
unutulmuşluğuna razı
Kimsesiz
bir göğün altında uzanırlar
Cennetteki
yıldızların ışığı düşmez buraya
Yalnız,
o derin sulardan yükselen aydınlık
Kulelere
akıp gider sessize…inceden…
Tırmanıp
aydınlatır her yeri aniden
Gözünün
alabildiğine özgür ve derinden
Kubbeleri,
görkemli dehlizleri
Kiliseleri
hatta ‘günahkarlar şehrini’
Çoktan
unutulmuş çardakların kasvetini
Budanmış
sarmaşıkları ve taştan çiçekleri
Saçaklarla
örtülmüş viyola, menekşe ve
Asma
bahçeleri… Her şeyi, bildiğin her bir şeyi…
Çıkıp
baksan buradaki vakur bir kuleden
Ölümdür;
aşağıda, tüm heybetiyle görünen!
Kapısı
açık mabetler,
Aralık
bırakılmış mezarlar var
Hepsi
bu dalgaların ışığıyla dolar
Ne
tapındıklarının süsü,
Ne
rüzgarların süngüsü
Hiçbirinin
bükmeye yetmez gücü!
Salınıp
duran esintinin dilinde bir övgü:
“Başka
bir denizde daha mutlu olamam!”
Şuraya
bak, havada bir kıpırtı!
Bir
dalga var orada! Bir çalkantı!
Sessizce
batan akıntıya kapılacak!
Kuleleri
elinin tersinde bırakacak!
Cennette,
cennetten öte bir yol açacak!
Dalgalar
gittikçe harlanacak!
Zaman,
acıların koynunda şuursuzca akacak!
Burası,
aşağıya, daha da aşağıya batacak!
İşte o
zaman;
Cehennem,
binlerce taht sunup görkeminden
Bu şehrin
karşısında,
El
pençe divan duracak!
23 Temmuz 2015 Perşembe
Sıla - Zamanında
Güzeldim ben o yazlar kadar zamanında ailem çoktu...
Güzeldim ben o yazlar kadar zamanında yazın bu kadar ağlamak yoktu...
15 Temmuz 2015 Çarşamba
13 Temmuz 2015 Pazartesi
Ver bana düşlerimi...
Geldiler...
Bazen uzun bekleyişlerin ardından çorak bir yüreğe su serper gibi geldiler. Bazen hiç ummadığın bir anda, sen içindeki boşluğu unutmuşken hatta, o boşluğa cuk oturur gibi geldiler. Bazen de geçerken uğrar gibiydiler. Bir şekilde hep geldiler; hoş geldiler...
Giderken elleri boş gitmediler ama, mutlaka bir şeyler götürdüler. Bazen toplu oldu gidişleri; derin bir boşluk hediye ettiler giderken. Bazen de damla damla eksilttiler...
Ne işe yarayacaktı benden götürdükleri, neyi çoğaltacaktı; anlayamadım. Anlayamamak benim cahilliğimdi belki ama onların bilgeliklerine de hiç merak duymadım...
Merak duyduğum başka şeyler oldu, onlara ise hala cevap bulamadım. Sevmek mesela; nasıl bu kadar çoğaltan ve nasıl bu kadar eksilten bir şey olabiliyor aynı anda? Ne ara tutuşuyor insan bir anda farkına bile varmadan ve nasıl sağ çıkıyor o yangına ait küllerin altından?.. Daha kırılgan oluyor her yangından sonra yürek, yine de sevmekten vazgeçmiyor, her yangından sonra gelenin, bir öncekinden daha fazla götüreceğini bilerek...
İnsanız, bakış açımıza göre değişebilir doğrularımız ama aslında her birimiz; tam da gidenlerimiz kadarız. Bu yüzdendir belki olur olmaz anlarda uzaklara dalışımız; bir nevi gidenlere sevgi duruşudur o hasret dolu bakışımız...
Peki çok istesek geri verir mi gidenler bizden götürdüklerini?..Eğer öyleyse..."Ver bana düşlerimi, ver bana o eski gülüşlerimi..."
11 Temmuz 2015 Cumartesi
Sayıklamalar...
"Neyin var?" dedi annem.
"Bir şeyim yok" dedim, gözlerimi kapattım, uyuyormuş gibi yaptım.
Yalan söyledim anne...
Çünkü sen öptüğünde geçecek kadar küçük değil artık yaralarım ve anlatırsam en çok seni yaralarım... Bazı yolculukların yorgunluğunu çıkarabilecek hiçbir yer yokmuş anladım. Nerede bitti çocukluğum ne zaman büyüdüm ne ara beyazladı saçım anlamadım. Her şey yüreğinde başlar demiştin ya anne. Keşke bu kadar güvendirmeseydin beni ona. Ona güvenip gözlerimi hep bile bile kör ettim. Yüreğimin dokunduğu her yürek için çok çaba sarf ettim. Alnımda hiç kurumadı terim. Mutluluk adlı o trenin son vagonuna hep nefes nefese yetiştim. Ama yine olmadı anne... Havada bir sağa bir sola sallanıp boşluğa düştü elim. Önceliği hep başkalarına verdim. Nice yangınlardan sağ çıktı bedenim. Ama insanın içindeki yangın başkaymış anne ve her yangından sonra küllerinden yeniden doğmakmış, tüm olmayışların olacaklara gebe kalmasıymış; hayat, öğrendim. Büyüyünce unutursun dediklerin hiç çıkmadı aklımdan. Çünkü büyüdükçe aldığım yaralar, çocukluk yaralarımı özletir oldu anne. Çocukluğu insanın eviymiş meğer. Uykunun en güzel yerinde "kalk yerine yat" dersin ya hep, hayatın en karabasanındayım, yatmaya geldim yerime;
hadi uzat dizlerini anne...
"Bir şeyim yok" dedim, gözlerimi kapattım, uyuyormuş gibi yaptım.
Yalan söyledim anne...
Çünkü sen öptüğünde geçecek kadar küçük değil artık yaralarım ve anlatırsam en çok seni yaralarım... Bazı yolculukların yorgunluğunu çıkarabilecek hiçbir yer yokmuş anladım. Nerede bitti çocukluğum ne zaman büyüdüm ne ara beyazladı saçım anlamadım. Her şey yüreğinde başlar demiştin ya anne. Keşke bu kadar güvendirmeseydin beni ona. Ona güvenip gözlerimi hep bile bile kör ettim. Yüreğimin dokunduğu her yürek için çok çaba sarf ettim. Alnımda hiç kurumadı terim. Mutluluk adlı o trenin son vagonuna hep nefes nefese yetiştim. Ama yine olmadı anne... Havada bir sağa bir sola sallanıp boşluğa düştü elim. Önceliği hep başkalarına verdim. Nice yangınlardan sağ çıktı bedenim. Ama insanın içindeki yangın başkaymış anne ve her yangından sonra küllerinden yeniden doğmakmış, tüm olmayışların olacaklara gebe kalmasıymış; hayat, öğrendim. Büyüyünce unutursun dediklerin hiç çıkmadı aklımdan. Çünkü büyüdükçe aldığım yaralar, çocukluk yaralarımı özletir oldu anne. Çocukluğu insanın eviymiş meğer. Uykunun en güzel yerinde "kalk yerine yat" dersin ya hep, hayatın en karabasanındayım, yatmaya geldim yerime;
hadi uzat dizlerini anne...
Ölüme doğmak
Düştüm yine düşlerimden
Yara bereyle yamalı bedenim ayrıldı kemiklerimden
Kalbim un ufak takılıp bir rüzgarın kanadına
Uçar adım uzaklaştı olay yerinden
Sesimde bir hicap
Duyulmaz bir çığlığa saklı kederimden
Yandım düşerken söndüm küle döndü her zerrem
Yandım düşerken söndüm
Yandım düşerken
Yandım
Ben
Bir düş'tüm
Düştüm düşlerimden
Yeni bir düşte
Doğmak için
yeniden...
Yara bereyle yamalı bedenim ayrıldı kemiklerimden
Kalbim un ufak takılıp bir rüzgarın kanadına
Uçar adım uzaklaştı olay yerinden
Sesimde bir hicap
Duyulmaz bir çığlığa saklı kederimden
Yandım düşerken söndüm küle döndü her zerrem
Yandım düşerken söndüm
Yandım düşerken
Yandım
Ben
Bir düş'tüm
Düştüm düşlerimden
Yeni bir düşte
Doğmak için
yeniden...
1 Temmuz 2015 Çarşamba
Bilmediğim çok şey var...
Hayat ve insanlar bize böyle davranarak ne yapmayı düşünüyorlar bilmiyorum.
Hayır bize öyle davranılmasına müsaade ettiğimiz için olmuyor bunlar.
İnsan yüreğini ortaya koymuşsa kimden neyi esirgeyebilir ki?
Nereye hangi sınırları çizebilir?
Yüreğin bir yerlerine sınırlar çizince söz konusu sevgi dürüstlükle birlikte anılabilir mi?
Tüketmeye duyduğumuz bu heves neden?
Açlıktan kaynaklanıyor olamaz tüketme şevkimiz.
Çünkü açlığı bilen insan ürker bir lokmayı tüketmekten...
Nereye koşuyoruz? Bu hız neden?
Durup ince şeyleri düşünmek için neden hiç vaktimiz yok?
Neden teferruatta gizli olan şeylerle yüzleşmekten korkuyoruz?
Aslolana gözümüzü bile isteye kör edip görmek istediğimiz gibi görmek için neden yiyip bitiriyoruz kendimizi?
Yanlış olduğunu bildiğimiz şeylerin doğru olduğunu yersizce savunarak kime neyi anlatmaya çalışıyoruz?
Tökezleyip düştüğümüz o ilk yerde neden çakılı kalıyoruz?
Yürüyüp bir daha düşsek ne çıkar ki?
Dizimiz kalbimizden çok mu acır?
Ya da yüreğimizin çarpmaması elimizin kanamasına yeğ midir?
Nasıl bu kadar dipdibe ve bir o kadar uzağız birbirimize?
Nasıl becerebiliyoruz bunu?
Hadi becerdik, ne uğruna katlanıyoruz bu uzaklığa?
Ve en yakınlarımız neden hep en uzağımızda?
Neden özlemekle geçiyor ömrümüz?
İmkansız ne demek?
Neden imkansız oluyor bize hep en iyi gelen?
Hala sevebilen yanlarımızı neden aldandığımız sevgilerde hem de aldandığımızı bile bile köreltmeye devam ediyoruz?
Ölüme bu koşar adım gitmeler niye?
Yoksa ölümün kendisi midir sevgilerin vuslatı?
Ölümle buluşacaksak ne için geldik dünyaya?
Ölmek aslında yeniden doğmak mıdır adil bir hayata?
Bilmiyorum...
Yine de Metin Üstündağ'ın dediği gibi; ömrümden geleni yapıyorum...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)